İŞTE ENFLASYON!
6 ay önce Ankara'da özel hastanede kontrolüm (kan tahlili ve profesör muayenesi) için istenen para 2 bin 950 liraydı.
Bu sefer gittiğimde ödediğim para 5 bin 41 lira.
Üstelik bu indirimli paket.
Bunun indirimsiz hali 20 binde durursa şükretmek mi gerekir bilemedim.
Daha önce (geçen yıl) üniversite hastanesine gitmiştim 2 kez.
Birinde 4 bin, ikincisinde 5 bin 500 lira verdim.
Ama nasıl verdim?
Kan tahlili ve röntgen üniversite hastanesinde yapılıyor.
Sabahtan öğleye kadar üniversite hastanesinde olan sayın profesör parayı öğleden sonra muayenehanesinde alıyor.
Anlayacağınız hem devletten hem milletten.
Güzel iş yani.
İnsanda inek gibi sağılıyorum duygusu oluşuyor.
Bu nedenle özele gittim.
Gittim çünkü madem para veriyorum bari kendimi enayi gibi hissetmeden vereyim dedim.
Ayrıca özeldeki muamele devlet hastanesine 10, üniversite hastanesine de 5 basar.
Yani nerede insan gibi muamele görmek isterse oraya gitmek istiyor insan.
Keşke olmasa ama tabii ki bunun bir faturası var.
Sonuçta dediğim gibi özele para vermeyi göze alarak gidiyor zaten insanlar.
Paranız yoksa veya varsa da veresiniz yoksa adres devlet hastanesi.
2017'de devlet hastanesine gittiğimde doktor bana "beğemiyorsan gelme!" demişti.
Dediği gibi yaptım.
Profesörüm beni öyle güzel muayene edip bilgilendiriyor ki özel hastaneye verdiğim paraya değiyor.
Sağlık ve eğitim tabii ki parasız olmalı ama günümüz Türkiye'sinde artık her şey ticarete dökülmüş vaziyette.
O nedenle hem özelin hem de üniversite hastanelerinin bir fiyat tarifesi var.
Keşke adil bir düzenimiz olsa.
Ama nasıl?
Parayla konuya girmemin sebebi enflasyona dikkat çekmek içindi.
6 ayda artış neredeyse yüzde 100.
Sadece saĝlık değil ki başka pek çok sektörde var bu fahiş fiyat uygulaması.
Enflasyonun düştüğünü söyleyenler bu fiyatları görmezler mi?
Böyle enflasyon düşer mi?!
PAÇALARIMIZDAN HASTALIK AKIYOR!
14 Martta Tıp Bayramı'nı kutladık.
Sağlık konuşacaksak
Hürriyetten Noyan Doğan'ın bir haberine kulak verelim bakın ne diyor;
"Türkiye’nin 2023 sağlık istatistikleri ‘Bu kadar hasta olmamıza imkân var mı’ dedirtti. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, yıllık hekime müracaat sayısı 973 milyon 520 bin. Kişi başına hekime müracaat sayısı 11.4 olmuş. Yani bir kişi yılda 11.4 kere hekime gitmiş ki bu da, hemen hemen ayda bir kere hekime başvurulduğu anlamına geliyor"
Bir not daha;
doktora başvuruda dünyada üçüncüyüz ama 100 bin kişiye düşen hekim sayısında en son sıradayız.
‘Bu kadar hasta olmamıza imkân var mı’ diye şaşırmaya hiç gerek yok.
Memleket taklit, sahte, hileli, bozuk, ilaçlı, günü geçmiş gıdadan geçilmiyor!!!
Deyim yerindeyse bunlar adeta cirit atıyor!!!
Yeterli denetim kontrol hak getire!!!
Sadece gıdalar değil ki bizi hasta eden.
Bir de faturaların ve hayat pahalılığının yarattığı gerilim ve stres var...!
Pek çok alanda karşımıza çıkan usulsüzlükler, haksızlıklar, hukuksuzluklar da cabası...
Bunların etkisi azımsanabilir mi?
Ülkemizde hasta olmak değil olmamak zor!!!
Bu istatistikler aslında az bile.
Benim iddiam bu rakamlardan daha çok hasta olduğudur.
Görünen köy kılavuz istemez ki!!!
DOĞANIN DENGESİ FENA BOZULDU!
Dünya'nın kendi kendine yeten 7 ülkesinden biri iken pek çok tarımsal ürünü ithal eden bir ülke haline gelişimizin en önemli sebebi hiç kuşku yok ki insanımızı tarımdan ve de hayvancılıktan alıkoyan yanlış politikalardır.
Gelmiş geçmiş her iktidarın kendine göre değiştirdiği bu politikalar bu alanda kendimizi geliştirmemize mani oldu.
Nüfus arttı, üretim azaldı, bununla birlikte çiftçi sayısı da azaldı.
Bunun sonucunda;
Köylerde yaşayanlar artık sebze, meyve, süt, yumurta, ekmek ve daha pek çok gıda maddesini evlerinin önüne kadar gelen arabalı satıcılardan temin ediyorlar.
Biz de yadırgıyoruz köylü yumurtayı, tavuğu, sütü, yoğurdu, sebzeyi, meyveyi şehirdeki marketten alıyor diye ama mazotun, gübrenin, işçiliğin ve zararlıların alıp başını gittiği malum ülke şartlarında tarım yapmak deveye hendek atlatmaktan zordur takdir edersiniz ki.
YABANİ HAYVANLAR AMAN VERMİYOR!
Köylüyü tarımdan uzaklaştıran etkenlerden biri maliyetlerdeki artıştır ama bir başka etken daha var ki düşman başına.
O da hayvanların tarım ürünlerine verdiği zararlardaki artış.
Köyde yaşayan bir tanıdıkla konuşurken bağ bahçe işleri nasıl diye sorduğumda "başka zararlılar yetmezmiş gibi fındıklara son yıllarda bir de kokarca dadandı. Marulu, lahanayı, kabağı çakallar, soğanı, patatesi, şalgamı, havucu köstebekler yiyor. Domuzlardan zaten illallah dedik, onlar ne bulursa götürüyor. Tavuklara gelincik ve tilki geliyor. Daha sayayım mı?" dedi.
Tabii bir de hastalıklar var sebzeye meyveye musallat olan.
Zaman zaman görülen kuş gribi de tavukların başına bela.
Ürünü hastalıktan korursun ilaçlarla ama ölçüyü kaçırırsan bu sefer de insan sağlığını tehlikeye düşürürsün.
Bu da başka bir mesele.
Tarımdaki gerilemenin en önemli sebepleri arasına hayvanların verdiği zararlardaki artışın da girdiğini üzülerek görmekteyiz.
BETONA BOĞULDUK!
Yarısından fazlası kırsal kesim olan Bartın özelinde konuya baktığımızda ayrıca ilimizde geçmişte maden ocaklarında çalışma sevdasını da tarımdaki gerilemenin nedenleri arasında göstermek mümkün.
Almancı ve emekli memleketi olmamız da bizi hazırcı yapıp rehavete düşüren bir başka etken.
Betonlaşmaya olan düşkünlüğümüz de bunların üzerine tüy dikiyor.
Özellikle başta Ege ve Akdeniz kıyıları olmak üzere neredeyse her yerde kazılmadık yer bırakmadık.
Deniz canlılarının korunması gereken hassas yerleri, cennet yarımadaları çölleştirdik, beton yığınına dönüştürdük.
Ege'de, Akdeniz'de, Karadeniz'de doğal yapıları bozduk.
Bitki örtüsüyle kaplı yeşil alanları tıraşladık, çöle çevirdik.
Pek çok yerde orman ve zeytinlikleri rant uğruna inşaata boğduk.
Bu uğurda Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) süreçlerini bile pas geçtik.
Doğanın dengesi bozulunca zaten aşırı çoğalan ve aç kalan hayvanlar da dağdan, ormandan köylere inerek tarıma zarar verdi, veriyor.
İşte geldiğimiz nokta!
Dışarıdan al-al nereye kadar?
Böyle giderse aç kalırız!
Allah sonumuzu hayır etsin!..